4 Aralık 2014 Perşembe

VAR OLMAYI SEÇMEK

Psikolojik ve kültürel devinimlerin, bireysel deneyimlerle birlikte var olabileceğini savunan bir felsefe akımı olan varoluşçuluk, yaşamın anlamına, tutku ve samimiyet ikilisinin gerçekçi çözümlemelerine dayanıyor. İnsanın evrendeki yerini, var olmanın niteliklerini, varlığın etki ve tepkilerini soruşturan var oluşçuluk, bireyin yaşamına odaklanıyor. İnsanın evrendeki yerini, benliğini ve var olma nedenini sorguluyor. Çünkü insanın hayat boyunca yaptığı seçimler, zorunluluklar ve sorumluluk kendi içinde muhasebeyi getiriyor. Bunalıma sürüklenen insan özünden git gide uzaklaşarak kendine yabancılaşıyor. Bu nedenle varoluşçu felsefenin üstünde derinlemesine durduğu konulardan biri yabancılaşma olarak biliniyor.
VAROLUŞ ÖZDEN ÖNCE GELİYOR...
"Varoluş özden önce gelir" önermesi varoluşçuluğun merkezini oluşturuyor. Yaftalar, roller, kalıplaşmış davranışlar, tanımlar veya diğer önyargılar kişi bazında toplumsal bir maske görevi görüyor. Kendi değerlerine ve yaşamının anlamına karar veren ve bunları yaparken ortaya bir irade koyması gereken insan, bu maskenin ardında çoğu zaman dışa vuramadığı gerçek bir öz taşıyor.
VAROLUŞÇU DÜŞÜNÜRLER...
Var oluşa dair sorgulamaları ilk dile getirenlerden biri “Kendini arayan kişinin seçimleri alın yazısını belirler. Ben, bilen, gören kişiyim” diyen Blaise Pascal olarak biliniyor. Modern anlamda varoluş terimini ilk kez kullanan ise "İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir" diyen Søren Kierkegaard... "Var olmak nedir?" sorusunun cevabını sadece insanın kendisinde bulabileceğini söyleyen Martin Heidegger'e göre insan durmadan belli sınırları aşıp kendini gerçekleştiriyor, varoluş sürekli bir aşama... Var oluş tarzını “kendisi olarak var olma” ve “kendisi için var olma” olarak ikiye ayıran Jean Paul Sartre, varoluşçuluğu edebiyatta “hiçlik, bulantı, iç sıkıntısı” gibi varoluş sancılarıyla ortaya koyuyor. Sartre’ın düşüncesinde insan özgürlüğün kucağına bırakılmış ve özgürlüğe mahkum bir varlık... Özgürlüğü insana mutluluk vermese de onu oluşturan tek şey... İnsan özgürlüğü ile hiçliğe ulaşıyor ve hiçlikle de kendisi için varlığı yani kendi özünü oluşturuyor. İnsanın kendisine yabancı olan bu dünyaya nedensiz bir şekilde bırakıldığı görüşünde olan, saçmalık, başkaldırı ve intihar gibi çağdaş varoluşçuluğun özgün temalarını romanlarında ve oyunlarında işleyen ise Albert Camus... Çağının olumsuz yanlarını eserlerinde yansıtmayı sorumluluğu olarak gören ve tamamen kendine özgü bir yazım tarzı olan Franz Kafka'nın eserlerinin ana teması ise yabancılaşma, yalnızlık, umutsuzluk ve iç sıkıntısı... Varlığın varoluşta aranması gerektiğini savunan Martin Heidegger, öz felsefesine karşı varoluş felsefesi öneriyor, insanın kendi varlığını gerçekleştirmek üzere sürekli seçimler ve tercihler yapmak durumunda kaldığını, yani özgürlüğünü gerçekleştirmek zorunda olduğunu söylüyor. “Yaşamım nasıl anlam kazanır?” sorusunu soran Georg Lukacs’a göre yaşamının anlamını kaybetmiş insan kendine fetişler yaratıyor ve bu yarattığı fetişlere tapıp, secde edip, kurban sunuyor. Bu fetişlerin ortaya çıkmasına neden olarak kapitalist ekonominin yapısını görüyor ve örnek olarak da parayı gösteriyor.
VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ...
Varoluşçu terapi çeşitli biçimler altında dünya çapında uygulanıyor. Ama İrvin Yalom'a kadar tutarlı bir bütün olarak ele alınmamış ve nasıl işe yaradığı değerlendirilmemişti. Yalom, ölüm, özgürlük, varoluşsal yalıtım ve anlamsızlık olarak bilinen yaşamsal dört temel kaygıyı ele alarak insanları bunlarla yüzleşmeye çağırıyor. Bu kaygıların kişilikte ve psikopatolojide nasıl ortaya çıktıklarını ve bilgi sahibi olmanın bunları aşmada nasıl yardımcı olacağını gösteriyor. "Her insan ölümden kendi tarzında korkar. Bazı insanlar için ölüm anksiyetesi hayatın arka planındaki müziktir ve her etkinlik o anın bir daha asla gelmeyeceğini düşündürür" diyen Yalom, psikoterapide şimdi ve burada kavramlarına ağırlık veriyor. Varoluşçular var olma yolunda kişinin en çok üzerinde durduğu, (1) "Hayatın anlamı nedir?", (2) "Geleceği bilmek ve belirlemek mümkün müdür?", (3) "En büyük gerçeklik ölüm müdür?", (4) "Kaderimizin sorumluluğu kime aittir?" ve (5) "Hayatta yalnız mıyız?" şeklinde 5 temel soruyu ele alarak, bunlar yoluyla psikoterapiyi yapılandırıyor.
SEVMEK VE ÜRETMEK ÖNEM TAŞIYOR...

Var olmayı seçmekgerçekten yaşamak olarak tanımlanıyor, sorumluk ve cesaret gerektiriyor. Var olabilmek için insanın sevip üretmesi, bir ilişki içinde olması, şu an ve şimdide yaşaması, seçimleriyle uyum içinde varoluşunun keyfini yaşaması gerekiyor. Şimdiki zamanda yaşamak, uyanık olma, şu anda yaşanılanların farkında olma anlamına geliyor. Çünkü insanın tüm hisleri ve düşünceleri şu anda yer alıyor, şu dakikalarla ilgili oluyor, geçmiş ya da gelecekle ilgili değil... "Geçmiş geçmiştir, artık onu değiştirebilmek mümkün değildir, gelecek ise henüz gelmemiştir, bu yüzden neler olacağını hiçbir zaman bilmek de mümkün değildir." inancıyla, doğru yaşamın sadece anlardan ibaret olduğunu bilmek, yaşamın şu anda içinde olunan dakikalarda gizli olduğunu keşfetmek gerekiyor. Bundan rahatsız olup, insanın kendisine çamur atanları ise kafasına takmaması bu süreçte önem taşıyor. Çünkü var olamayanlar, var olamadıkları için öfkelerini kusacaklar ve farkında bile olmadan kendilerini yok edecekler, var olamamanın yarattığı boşluktan kaynaklanan endişelerini, suçlayarak ve karalayarak gidermeye çalışacaklar. Var olamayan ego (benlik), süperegonun (vicdan) uzantısı haline gelir, kısıtlar, suçlar ve yargılar. Bunu terapi almadan anlayamayacaklar...

14 Ekim 2014 Salı

PANİK ATAK ÖLDÜRMEZ AMA GÜÇLENDİRİR

“Eyvah kalp krizi geçiriyorum, galiba ölüyorum!" şeklinde yaşanan ani korku ve kaygı nöbetlerine eşlik eden çarpıntı, tehlikede olma hissi, aşırı terleme ve bulantı gibi belirtilerle kendini gösteren panik atak, beklenmedik bir anda kendiliğinden ortaya çıkıyor ve son yılların en yaygın ruhsal rahatsızlıkları arasında yer alıyor. Yazılı ve görsel medyada sıklıkla adından bahsedilen hatta dost sohbetlerinde bile gündem konusu olabilen, çağımızın sorunu panik atak, kişinin tüm yaşamını alt üst edebiliyor, ancak doğru tanı ve tedavi yöntemleri ile kontrol altına alınabiliyor ve ortadan kaldırılabiliyor. Bu nedenle “Panik atak nedir?”, “Panik atağın belirtileri nelerdir?”, “Panik atağın çözüm yolları nelerdir?” gibi sorulara verilecek yanıtlar hala merak konusu olabiliyor.
KÖKENİ MİTOLOJİK OLAN BİR RAHATSIZLIK…
“Pan” kadim Yunan mitolojisinde kırların, çobanların, sürülerin, dağlık arazilerin, avcılık ve doğa seslerinin Tanrısı olarak biliniyor ve anlatılıyor. Ve insanoğlu gibi ölümlü olan tek mitolojik Tanrı olarak anılıyor. Mitolojiye göre, Pan, ormanlarda ve dağlarda, tenha yerlerde dolaşan gezginleri, yolcuları, sevgilileri aniden önlerine çıkarak korkutuyor, kendi halinde otlayan sürüleri ve diğer hayvanları korkunç çığlıklar atarak panikletiyor. İnsanlar, hayvanlar ve tüm canlılar neye uğradıklarını şaşırıp korku içinde kaçışıyorlar. İşte panik kelimesinin kökeni de buradan geliyor yani Yunanca “panikos” kelimesinden... Panik atak sorunuyla ilk kez tanışan günümüz modern insanı, artık yaşamındaki hiçbir durumun garanti altında olmadığını anlayıp, tıpkı mitolojik Tanrı Pan gibi bağırıp çağırıyor, panikleyip kaçıyor, acı çekiyor ve ne yaşadığını tam olarak anlayamadığı için de doğal olarak korkuyor.
KORKU+KAYGI+ÜZÜNTÜ +PANİK = PANİK ATAK
Korku, nedeni ve kaynağı bilinen bir tehlike karşısında gösterilen duygusal tepki olarak tanımlanıyor. Bireyin algıladığı bir tehlike karşısında veya gerçek bir durum nedeniyle ortaya çıkabiliyor. Korkunun kaynağı, fiziksel olabileceği gibi, sosyal aşağılanma, alay gibi insanın toplumsal konumunu tehdit eden sosyal nedenler de olabiliyor. Şiddeti yüksek olsa bile, süreli olan ve dış tehlikeyle orantılı olan korkuya "normal korku", şiddeti yüksek olmakla birlikte, dış tehlikenin önem derecesine bağlı olmayan (irrasyonel) ve yüksek şiddette devam eden korkuya da "normal dışı korku" (fobi) adı veriliyor. Kişi herhangi bir tehlike hissettiğinde vücudu otomatik biçimde tepki gösteriyor, nefes alıp vermesi hızlanıyor, kalbi daha hızlı çarpmaya başladığından vücut ısısı artıyor, soğuk soğuk terlemeye başlıyor. Bu durumda karşısında üç yol oluyor; “savaşmak”"donup kalmak" ya da “kaçmak”... Kaygı, korku ile en çok karıştırılan ve en yakın görünen duygu, oysa  aralarında önemli farklılıkları var... Kaygı, nedeni belirsiz ve bilinmeyen bir tür korku olarak tanımlanabiliyor. Buna göre kaygının en önemli özelliği, ferdi tehdit eden açık bir tehlike olmadığı durumlarda ortaya çıkması... Çünkü kaygı, her canlı varlığın en temel duygularından birisi ve doğumla başlıyor. Korku bilinen ve anlık olarak yaşanabilecek bir tehlike veya duruma karşı ortaya çıkarken, kaygı daha çok bilinmeyen ve gelecekteki durumlarla ilgili oluyor. İnsanlarda kaygı duygusu korkuya oranla daha yaygın, daha yavaş ortaya çıkıyor ama sürekliliği daha uzun oluyor. Panik atak ise kişinin karışık korku ve kaygı duygularıyla dört bir taraftan kuşatılması durumu olarak biliniyor. Yoğun iş temposuyla özel yaşamı arasında bir denge kurmaya çalışan ve beton yığınları arasına sıkışmış olan günümüz insanı bir de iç dünyasında sınırları belli olmayan, görünmez duvarlar arasına sıkışıp kendisini bitmiş ve çaresiz hissedebiliyor. Bu çaresizlik beraberinde, içinde yoğun biçimde sıkıntı, korku ve kaygı tohumları barındıran panik atak nöbetlerini getirebiliyor.
"EYVAH KALP KRİZİ GEÇİRİYORUM!"
Panik atak nöbeti geçiren pek çok kişi yaşadığı belirtileri, korkuyu ve paniği “Eyvah ölüyorum ya da kalp krizi geçiriyorum galiba!”, “Kontrolümü tamamıyla yitirdim!” diyerek  ifade ediyor. Bu tip kişiler duygu ve korkularını normalde kullandıkları dil ve üsluba oranla çok daha korku dolu, yoğun ve abartılı biçimde tanımlıyor. Tüm belirtiler kişide endişe, dehşet, tedirginlik, gerginlik, sinirlilik ve çaresizlik gibi duyguların bir arada yaşanmasına ve "Kalp krizi geçiriyorum" korkusuna neden oluyor. Göğüste sıkışma, ağrı, nefes darlığı hissi gibi şikayetler panik atak hastalığının tipik belirtileri arasında yer alıyor. Bu belirtilere, kalp hastalıklarında da rastlanıyor. Bu durum panik atak hastalarının, kalp rahatsızlığı şüphesiyle doktora gitmelerine yol açıyor. Oysa kalp kriziyle panik atağı birbirinden ayırmak mümkün... Kalp krizinde yaşanan ağrı daha çok göğsün orta kısmında hissediliyor, sırta, omuzlara, kollara, çeneye ve boyuna yayılabiliyor. Özellikle sol kola yayılması tipik... Bazen göğüste ağrı olmadan sadece çenede, boyunda, omuz ve kollarda da ağrı ortaya çıkabiliyor. Ağrıya çoğu zaman terleme, bulantı, baş dönmesi, nefes darlığı, baygınlık hissi ve solukluk gibi belirtiler de eşlik edebiliyor. Ağrı, tek belirti de olabiliyor. EKG ve benzeri tanı yöntemlerinde belirlenen anormal kalp hareketleri görülüyor. Panik atakta ise, aniden başlayan ve zaman zaman tekrarlayan, insanı dehşet içinde bırakan yoğun sıkıntı ya da korku nöbetleri oluyor. Kişilerin çoğu zaman "kriz" adını verdiği bu nöbetler yani panik atak birdenbire başlıyor, giderek şiddetleniyor ve şiddeti 10 Dakika içinde en yoğun düzeye çıkıyor. Göğüs ağrısı, kalbin hızlı çarpması, baş dönmesi, sersemlik ve bayılma duygusu, soluk kesilmesi veya hava açlığı, el ve ayaklarda üşüme, yanma, karıncalanma veya hissizlik hatta titremeler ya da sarsılmalarla krize eşlik ediyor. Ağrının yoğunluğu bunaltı hali arttıkça artıyor. Kişi kalp krizi geçirdiğini zannediyor ve şiddetli bir ölüm korkusu yaşıyor. Yukarıdaki belirtileri okuyan birçok kişi “Eyvah! Bunların bir kısmı bende de oluyor! Acaba panik atak hastası mıyım?” diye korkabiliyor. Pek çok insan bu türden belirtileri zaman zaman yaşayabiliyor, ama genellikle bu çok kısa sürüyor ve gerçekten panik atak yaşayan kişilerin hissettiği ağırlıkta ve yoğunlukta asla gerçekleşmiyor. Ancak şöyle bir risk de var... Daha önce kalp krizi geçirmiş bir insanda panik atak gelişebiliyor. Bu nedenle gögüs ağrısı şikayetiyle gelen kişinin önce kalp ve damar hastalıkları yönünden kontrol edilmesi önem taşıyor. Eğer kalp damar hastalığı mevcut değilse panik atak tanısını koymak son derece kolay bir hal alıyor.
NASIL VE NEDEN ORTAYA ÇIKIYOR?
Özellikle yüksek eğitimli ve kentli yaşam tarzını benimsemiş olan kişilerde (daha çok kadınlarda) ortaya çıkan panik atak, farkında olunan ya da olunmayan bir anda yaşamdaki bir dönüm noktasında ortaya çıkıyor. Bu dönüm noktası genellikle yaşanılan bir kayıp olabiliyor… İş kaybı, eş kaybı, çevre kaybı, itibar kaybı, para kaybı, güven kaybı gibi... Mesela bir iş adamının iflas durumu (maddi kayıp), başka bir şehre taşınmak (çevre kaybı), anne olmak, askere gitmek (özgürlük kaybı), sevilen bir kişiden ayrılmak (duygusal kayıp), deprem veya doğal afet sonrası ailenin kaybı (kendine güven kaybı) örnek teşkil edebiliyor. Kayıpla beraber ani gelen bir endişe hissi, kalp çarpıntısı, nefes almakta zorluk, uyuşma karıncalanma, ortama yabancılaşma, baş dönmesi gibi belirtiler yaşanabiliyor. Belirtileri yaşayan kişi çok korkuyor, öleceğini bile düşünebiliyor. Çoğu zaman hastanelerin acil bölümleri ziyaret ediliyor. Kişiye yapılan tetkiklerden sonra fiziksel hiçbir şeyi olmadığı ve sağlıklı olduğu söyleniyor. Bu durum kişide daha fazla korku ve panik duygusu yaratıyor. Yaşadığı şey her neyse modern tıp biliminin dâhi anlayamadığını, üstesinden gelemediğini düşünüyor. Aynı korku ve belirsizlik duygusunu bir kez  daha yaşamaktan korkmaya başlıyor. Korktuğu başına geliyor. Başka doktorlara gidiliyor, check-up'lar, kontroller yaptırılıyor, filmler çektiriliyor ve tabi hiçbir organik bozukluk görülmüyor. Kişinin kafası daha çok karışıyor.

PANİK ATAK YAŞAYAN ERKEKLER ERKEN BOŞALIYOR!
Panik bozukluğu olan erkeklerde, başta erken boşalma ve depresyon olmak üzere çeşitli hastalıklar tabloya eşlik edebiliyor. Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği‘nin yaptığı bir araştırmaya göre panik atak yaşayan erkekler genellikle çekingen ve bağımlı bir yapıya sahip kişiler oluyor. Bu nedenle de kendilerine olan güven duyguları azalıyor. Bunlar genellikle aşırı kırılgan, utangaç, eleştiriye çok duyarlı ve çabuk yıkılan kişiler olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle erken boşalan erkeklerin ortak özellikleri ile panik atak yaşayan erkeklerin ortak özellikleri arasında bir paralellik kurulabiliyor. Yapılan araştırmaya göre panik atak yaşayan erkeklerin yüzde 80’ninde erken boşalma da görülebiliyor. Panik atak stresli olaylarla alevlenebiliyor. Yapılan çalışmaya göre panik atak yaşayan erkeklerin yüzde 55’inde, panik atağın korkutucu bir olaydan sonrası başlıyor. Erken boşalma ve beraberinde meydana gelen başaramama korkusu, heyecanı ve stresi arttırarak kişide panik atağı başlatabiliyor.
TEDAVİSİ MÜMKÜN...
Panik atakta ilaç tedavisi ve psikoterapi başlıca tedavi seçenekleri olarak karşımıza çıkıyor. Panik atak yaşayan kişiler genellikle mevcut durumlarının ömür boyu süreceğini ve hiç iyileşmeyeceklerini düşünüyor. Böyle düşünmeleri, atakların meydana getirdiği çöküntüyü daha da derinleştiriyor. Ağır vakalarda ilaç tedavisinin yanı sıra psikolojik destek ve psikoterapinin de uygulanması gerekiyor. Ülkemizde gerçek manada yeterli psikoterapistin olmaması tedavinin daha çok ilaçla yapılmasına neden oluyor. Psikoterapide panik atak yaşayan kişinin neden böyle bir sorun yaşadığının keşfedilmesinin yanında, panik atakla baş etme mekanizmaları da öğretiliyor. Atağı yatıştıracak nefes ve gevşeme egzersizleri uygulanıyor. En az 1 yıl süre ile ilaç tedavisinin yanında, kişinin beklentilerini ve düşünüş biçimini değiştirme, gevşeme ve nefes eğitimi, kaygıya yol açan etkenlerle yüzleştirme gibi yaklaşımların olduğu bilişsel davranışçı terapi teknikleri çoğu zaman işe yarıyor. Ayrıca panik ataklar sırasında ölmenin veya delirmenin olası olmadığı anlatılarak kişinin rahatlaması sağlanıyor. Bu süreçte panik atak yaşayan kişi ile terapisti arasında çok iyi bir iletişimin olması önem taşıyor.
BENİ ÖLDÜRMEYEN ACI GÜÇLENDİRİR…

Panik atak tedavisi gören pek çok insanın yaşama bakışlarında, yaşam felsefelerinde ve görüş açılarında köklü değişiklikler ortaya çıkıyor. Yani başarılı bir şekilde tedavi edilen panik atak, kişiyi hayatın içindeki kaygı yaratıcı durumlara karşı daha dirençli hale getiriyor. Psikoterapi ile tedavi edilen kişilerde yanlış ve hatalı düşünce kalıplarına odaklanılarak bunların sağlıklı olanları ile yer değiştirildiği taktirde, kişinin yaşamının her alanında köklü değişimler yaşanması beklenen bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle ünlü Alman düşünür ve edebiyatçı Nietzsche’nin "Beni öldürmeyen acı güçlendirir!" sözünü hatırlamak gerekiyor.

14 Temmuz 2014 Pazartesi

DEPRESYON VE UNUTKANLIK

Unutkanlık, yediden yetmişe herkesi etkileyen gündelik sorunların başında geliyor. Çünkü her geçen gün artan aşırı cep telefonu kullanımı, sosyal medya hesapları, e-postalar, trafik keşmekeşi, iş yoğunluğu, aşırı stres, kalabalık ve kaotik şehir hayatı, dengesiz beslenme alışkanlıkları derken, unutkanlık pek çok kişi için, şiddeti giderek artan bir problem halini alıyor. Bu nedenle gündelik hayatta belli bir orandaki unutkanlığı herkes yaşayabiliyor. Evin anahtarını arabada bırakmak ya da yakın bir dostun doğum gününü unutmak gibi durumlar can sıkıcı ve sinir bozucu olabiliyor. Ancak basit unutkanlıklar üst üste ve çok sık olmaya başladığında unutkanlık can sıkıcı olduğu kadar da endişe verici bir hal alabiliyor ve hemen Alzheimer hastalığı ya da bunaklık benzeri hastalıklar akla gelmeye başlıyor. Oysa unutkanlığın depresyon gibi olağan ve kolayca çözüm bulunabilecek nedenleri olabiliyor.
DİPTEYİM SONDAYIM DEPRESYONDAYIM...
Mevsim geçişlerinde, hemen hemen herkesin Depresyondayım! demesine aşikârız. Hayattan zevk alamama, içe kapanma, uyuşukluk ve sürekli kendini üzgün hissetme, herhangi bir şey yapmak istememe ve bu isteksizliğinin nedenini belli başlı bir olaya ya da duruma bağlayamama depresyonun temel belirtileri arasında yer alıyor. Depresyon bireyin bedenini, düşüncelerini ve duygu geçişlerini an ve an etkileyebiliyor. Bununla birlikte, beynin ön tarafında ve görme merkezine yakın alın bölgesinde ortaya çıktığı bilinen depresyon, unutkanlığa da yol açan ruhsal bir sorun... Dolayısıyla, unutkanlık probleminin nedenleri standart gibi görünse de, B12 vitamini eksikliği, zekâ geriliği, diyet, beyin hastalıkları, metabolizmadaki yavaşlama, yorgunluk ve Alzheimer nedenlerinin dışında, depresyon da unutkanlığa neden olan önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.   
DEPRESYONUN SÜREKLİLİĞİ UNUTKANLIĞI ARTIRIYOR…
Bu aralar her şeyi unutur oldum!”, “Hafızam gücünü yitirdi!”, “Neyi nereye koyduğumu unutuyorum!”, “Son zamanlarda bir şeyleri eksik yapıyorum!” gibi cümleler sık kuruluyorsa, kişi depresyonda olabiliyor... Yapılan araştırmalar depresyon yaşayan bireylerin çoğu zaman bazı şeyleri unuttuğunu gösteriyor. Bu noktada önemli olan bir şey daha var ki, bu da depresyonun etkilerinin, diğer bir değişle hissedilen durgunluk, yorgunluk ve unutkanlık halinin sürekliliği... Yani depresyonun sürekliliği unutkanlığı artırıyor. Bu nedenle, depresyona bağlı psödodemans yani yalancı bunama'nın hangi seviyede olduğunun öğrenilmesi ve tedavi yollarının belirlenmesi için mutlaka hekim kökenli bir psikoterapiste başvurulması gerekiyor.
PSİKOTERAPİ GEREKİYOR...
Unutkanlığın ciddi bir soruna dönüşüp dönüşmediğini anlamak her zaman kolay olmayabiliyor. Unutkanlığın yanında (1) yükümlülüklerini yerine getirememe, (2) bazı becerilerin kaybolmaya başlaması, (3) olumsuz yönde mizaç ve huy değişiklikleri, (4) çok iyi bilinen ve hep gidilen bir adresin yolunu karıştırılmaya başlanması, (5) tanıdıkların isimlerini ya da yüzlerini çıkaramama, (5) cevap alınmasına karşın aynı soruyu tekrar tekrar sorma, (6) zaman, tarih, mekan veya insanlar hakkında kafa karışıklığı yaşama, (7) tanıdık yerlerde kaybolma veya (8) aynı hikayeyi tekrar tekrar anlatma gibi diğer belirtiler ciddi bir durum olduğundan şüphelenilmesine yol açabiliyor. Hem fiziksel hem de zihinsel olarak pek çok nedeni olabilen unutkanlığın tedavisinde ise doğru teşhis büyük önem taşıyor. Bu nedenle, bireyde meydana gelen unutkanlığın ruhsal bir bozukluk olup olmadığının anlaşılabilmesi için unutkanlığın iyi bir şekilde gözlemlenmesi, unutkanlığın ne şekilde seyrettiğinin takip edilmesi ve kişinin bu süreçte psikoterapi alması önem taşıyor.
UNUTKANLIĞI YENMEK İÇİN...

Unutkanlık kader değil, üstesinden gelinebiliyor. Bunun için; (1) bol sebze ve meyve tüketilmesi, (2) bol su içilmesi, (3) güzel vakit geçirilmesi, (4) stresten uzaklaşılması, (5) fındık, ceviz, badem, çekirdekli kuru üzüm, yeşil sebzeler, böğürtlen, yaban mersini, üzüm suyu, elma, kepekli pirinç ve balık tüketimi ile folik asit takviyesini ihmal etmemek, (6) düzenli egzersiz yapmak, (7) sigara ve alkolden uzak durmak, (8) yeni hobiler edinmek, (9) bulmaca çözmek, (10) kitap okumak, (11) müzik dinlemek, (12) sosyal ilişkileri geliştirmek, (13) hatırlamak için ajanda kullanın ve not almak, (14) sosyal sorumluluk projelerinde görev almak, (15) sağlıklı beslenmek önem taşıyor.

28 Mart 2014 Cuma

NARSİSİZM VE NARSİSİSTİK KİŞİLİK

Narsisizmözsevi, özsevgi, özsaygıözdeğer, ego saygısı, kendilik değeri diye tanımlanıyor. İnsanın kendi değeri ve değerliliği konusunda hissettikleri olarak biliniyor. Kişinin kendisiyle ilgili hissettiği güzel duygulara çoğu zaman ihtiyacı oluyor. Yoksa diğerleriyle iletişim kuramıyor, hatta sokağa çıkamaz bir hale gelebiliyor. Şu halde narsisizm patolojik bir durum değil... Çünkü kişinin uyumlu yaşayabilmesi için, kendini ölçüyü kaçırmadan sevmesi, kendini beğenmesi, değerli görmesi gerekiyor. Bu sevgiye narsisizm deniyor. Narsisizm bu anlamıyla doğal bir ihtiyaç... Kişinin kendini beğenmesine, önemli ve değerli biri olarak kabul etmesine izin verilmezse aşağılık kompleksiyle beslenen narsisistik kişilik ile karşı karşıya kalınabiliyor.
KENDİNE ÂŞIK OLAN ADAM
Suda yansıyan kendi görüntüsüne âşık olup, ulaşılamaz aşkının kurbanı haline gelen mitolojik karakter Narcissus’un hayatı, günümüzde birçok yaşamda tekrar ediyor. Çünkü insan olmanın acı gerçeklerinden biri, özellikle geçmiş çocukluk yaşamları duygusal acılar veya hayal kırıklıkları içeriyorsa, insanların geçmişlerini tekrarlamak üzere donanmış olmalarıdır. Geçmiş hep tekrar eder, mekânlar değişir, zamanlar değişir, oyuncular değişir ama roller hep aynı kalıyor. Her çağ, kendisini oluşturan özgün yapının abartılı şekilde dışa vurulduğu, patolojik davranış biçimleri yaratıyor. Bu nedenle dün olduğu gibi bugününde en önemli sorunlarından biri narsisistik kişilik (narsisistik yapı veya narsisistik kişilik organizasyonu)… Narsisistik kişiliği en iyi anlatan ve İtalyan ressam Caravaggio'nun 1594–1596 tarihleri arasında tamamladığı “Narcissus” ya da “Kendine Âşık Olan Adam” adlı yağlıboya tablosu, Roma'daki Galleria Nazionale d'Arte Antica’da bulunuyor.
MAĞDURUM DA MAĞDURUM…
Normal olan narsisizmin aksine patolojik ve çok yıkıcı olabilen narsisistik kişilik için utanç, ölüm gibi tarif ediliyor, bu nedenle yüzüne bir maske takıyor, yalan söylüyor ve hiç utanmıyor, vicdansız oluyor, gerçekleri hep inkâr ediyor, gerçekleri söyleyenleri suçluyor ve öfkesini kusuyor. Narsisistik kişi iktidarını yerleştirmek ve etrafını istediği şekilde dizayn etmek için baştan çıkartıcı ve kurnazca yollara başvuruyor, ustalıkla kendisini mağdur gibi gösteriyor. Her şeyi onlar için yapıyormuş gibi bir hava yaratarak, etrafındaki kalabalıktan besleniyor, kendisinde eksik olanları çekip alıyor ve böylece kendisini tamamlıyor ama etrafını zamanla yok ediyor. Çünkü kendisi gibi düşünmeyenleri sürekli suçlayarak ve eleştirerek onlara yön veriyor, öfkesini kusarak psikolojik şiddet uyguluyor ve özsaygılarını tüketiyor. Bunun sonucunda umutsuzluk, çökkünlük, depresyon ve bağımlılık başlıyor. Suçlanma ve eleştiri darbeleriyle, suçu kendinden başka yerde göremez hale getirilen gerçek mağdurlar ise, kaçıp kurtulma yetilerini yitiriyorlar.
MADDİ VE MANEVİ OLARAK KİRLENİYOR…

En önde, en gözde ve tek olmak isteyen ve daima kendini haklı gösteren narsisistik kişi kibirli oluyor, kabahati hep başkalarında arıyor, başkalarının hatalarını ve günahlarını gördüğünde cehennem ateşi gibi alevleniyor, öfkesine hâkim olamıyor, saldırganlaşıyor, kendinden geçiyor ama kendi kötü nefsine hiç bakamıyor, hep kibri seçiyor. Hedeflerine ulaşamadığında çöküyor, maddi ve manevi olarak kirleniyor ve manevi pisliğini ancak göz yaşlarını döktüğü terapi ile silebiliyor.

15 Şubat 2014 Cumartesi

DEPRESYONUN NEDENLERİ

Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı araştırmalar, insanı sürekli ve inatçı olarak keder ve uyuşukluğa sokan, değersizlik hissi meydana getiren ve günlük normal aktivitelerden alıkoyan depresyonun, 2020 yılında hastalıkların oluşmasına birinci sırada yer alacağını gösteriyor. Beslenme ve uyku değişikliğine neden olan ve insanı periyodik olarak ölümü düşünmeye zorlayan depresyonun nedeni hala araştırılıyor. Depresyonun birçok nedeni var ama iki ana kaynağı “doğuştan getirilen psikolojik reaksiyonlar” ve “durumsal bocalamalar”...
GENETİK DEPRESYON
Aile geçmişinde depresyon olan ve sık sık nedensiz yere kendini bunalımda hissedenlerin psikolojik nedenlerinin daha ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gerekiyor. Hayatta benzer sıkıntılar, ruhsal ve bedensel travmalar, şoklar veya zorluklar yaşayan insanlardan bazıları depresyona girerken, bazıları kısa bir moral çöküntüsünden sonra kendisini kolayca toparlayabiliyor. Çünkü bazı bilimsel araştırmalar depresyonun genetik bir miras olduğunu ortaya koyuyor. Duygusal strese hassasiyeti belirleyen 5-HTT geninin “kısa” kopyasına sahip olanlar, uzun kopyasına sahip olanlardan daha fazla ağır depresyon riski taşıyor. 5-HTT geni seratonini kontrol ediyor. Bu nedenle duygusal stres ile depresyon arasında genetik ilişki olduğu biliniyor. Genetik olarak depresif olan insanların zihinleri, daha doğrusu beyinlerinin işleyişi farklılaşıyor. Yani bazı maddeler daha çok salgılanıyor, iyimserliği aşılayan seratonin hormonu gibi bazı maddeler daha az... Hatta beynin yapısında bile değişiklikler olabiliyor. Magnezyum, sinir sisteminin aşırı duyarlılığını azaltarak sakinleşmeye yardımcı olduğu için “anti-stres minerali” olarak biliniyor. Bu nedenle magnezyum eksikliği depresyona yol açıyor. Ayrıca bazı durumlarda kişi genetik mirası taşıdığı halde depresyona girmiyor. Çünkü büyürken öyle beceriler geliştiriyor ki, sorunlarla başa çıkıp depresyona girmeden yoluna devam edebiliyor. Eğitim süresi içinde çocuklar ve gençler bir sürü problemle karşılaşıyor. Bu süre içinde bu sorunlarla baş etme becerisini geliştiremeyenlerin ve “karamsar bakışa sahip” kişilerin depresyona girme eğilimi daha fazla oluyor. Çünkü karamsar insanlar daha mutsuz oluyor, daha çok hastalanıyor, daha çabuk ölüyor ve depresyona daha eğilimli oluyor. Ancak buna rağmen depresyon bir kader değil, tedavi edilebiliyor, genetik miras da olsa insanlar bu sorunu, hayatın içindeki sorunlarla baş edebilme becerisini öğrenerek, düşünce sistematiğini değiştirerek, psikoterapistin desteğiyle ve kişisel çabayla bardağın dolu tarafını görerekpsikoterapi ve ilaç tedavisinin birlikte kullanılmasıyla aşabiliyor. Çünkü özsaygı geliştirme sürecinin biyolojik olarak ciddi bir şekilde engellendiği genetik depresyon, kişisel bir zaaf ve irade gücüyle yenebilecek bir şey değil…
DURUMSAL BOCALAMALAR…
Depresyonun diğer ana kaynağı olan durumsal bocalamalar, kişinin çevresindeki bir şeyden etkilendiği anlamına geliyor. Mutsuz olmak için pek çok neden var ve kayıp, sarsıntı ve acıyla karşılaşınca bunalmak insanca bir tepki... Kayıptan kaynaklanan “akut depresyon” acı gibi zaman içinde azalıyor ve mutsuzluk gibi bir duygu ama “kronik depresyon” zamanla geçmiyor, hatta giderek yaşama egemen olabiliyor ve bu durumda hayatı yegâne algılama kanalı bunalımlı ve karamsar gözler oluyor. Kronik depresyon yaşayan kişi öfkeli ve benmerkezci tepkiler veriyor, kişisel gücünün farkında olmuyor, kendisini ve başkalarını sevmekten kaçıyor ve kendini hayatın sorumluluğunu üstlenecek kadar güçlü hissetmiyor. Duygu yoksunluğu veya duygu yoksunluğu yaratan boğucu bir duygu karmaşası olarak tanımlanabilen kronik depresyon kişide çaresizlik hissi yaratıyor.
TEDAVİSİ MÜMKÜN…

Depresyonun umut verici yanı tedavi edilebilir bir ruhsal sıkıntı olması… Fakat talihsiz yönü ise, depresyonda olan kişilerin çoğunun tıbbi yardım almayı düşünememeleri ve bunun sonucunda da büyük acılar çekmeleri… Bu nedenle, depresif yakınmaları olan bir kişinin önce kendisi, sonra yakın çevresi ve daha sonra geleceği için bir “psikoterapiste başvurması” ve yardım isteme hakkını kullanması gerekiyor. Çünkü umutsuzluk, mutsuzluk ve çaresizlik durumu olan depresyonda, umutsuzluğu paylaşmak ruhsal iyileşmeye giden yolun ilk adımı olabiliyor. Depresyondaki kişinin durumunu kabul etmesi, suçlamayı bırakması ve depresyonu yenmeyi çok istemesi gerekiyor. Öncelikle şunun çok iyi anlaşılması önem taşıyor; kişi sadece kendini bunalımda hissetmiyor, aynı zamanda bunalımlı bir şekilde davranıyor… Bu nedenle kişinin düşünce ve duygularından ziyade davranışlarını değiştirmeye odaklanması, istemese ve yeterli enerjisi olmasa bile farklı bir şey yapmayı denemesi, bencil olması, yaşam koşullarını değiştirmesi ve daha sonra cesaret gösterdiği için kendisini ödüllendirmesi gerekiyor. Çünkü kişinin kendini ve dünyayı algılama tarzı sadece bir algılama, gerçeğin kendisi değil… Ve algılama tarzı zamanla değiştirilebiliyor. Bu süreçte stressiz bir yaşam, spor yapmak, kısa bir tatile çıkmak, düzenli beslenmek çok işe yarıyor. Stressiz bir yaşam için en iyi magnezyum kaynakları ise balık, yumurta ve baklagiller…

30 Ocak 2014 Perşembe

DİPTEYİM SONDAYIM DEPRESYONDAYIM

Ahmet Bey, kendini uçurumun kenarında, alacakaranlık kuşağında kaybolmuş bir zavallı gibi hissediyordu. İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu, sürekli evde oturmak ve uyumak istiyordu, iştahı da kapanmıştı. Sanki yaşam enerjisi bitmiş ve tükenmişti. Tek iletişim kurduğu kişi olan eşiyle konuşurken dalıp gidiyor, dikkatini konuşulan konuya veremiyordu. Son günlerde olur olmaz şeyler için ağlamaya da başlamıştı. Geçmişini gözden geçirdiğinde boktan bir hayat sürdüğünü düşünüyor, pişmanlık duyuyordu; gelecek için ise hiçbir umudu yoktu, gelecek de boktandı. Şimdiki hayatından memnun değildi, bu nedenle ölüm bir kurtuluş gibi görünmeye başlamıştı. Sonunda, eşinin baskısıyla bize başvurdu. Bitmiş ve tükenmiş bir haldeydi. İlaç tedavisinin yanında psikoterapi alan Ahmet Bey’in tam olarak iyileşmesi 6 ayı buldu.  
Yukarıdaki vakada gördüğümüz gibi, herkes yaşamının bir döneminde umutsuzluk, hüzün, keder, mutsuzluk gibi olumsuz duygulanımlar yaşayabiliyor. Bunlar, genellikle yaşanan olaylarla ilişkili ve geçici… Bazen bu duygulanımlar daha aşırı boyutlarda ve daha uzun süre yaşanabiliyor. İşte bu durumda, kendine özgü belirtileri olan, çok iyi tanımlanmış ve ciddiye alınması gereken bir ruhsal sıkıntı olan depresyondan bahsedilebiliyor. Depresyon toplumda en sık rastlanan ruhsal bozuklukların başında geliyor. 
NEDEN DEPRESYONDAYIM?
40 yaşındayım ama kendimi 8 yaşında gibi yaşlı, mutsuz, çökkün ve yorgun hissediyorum. Bunalımdayım. Okuduğum ve araştırdığım kadarıyla dipteyim, sondayım, depresyondayım. Neden depresyonda olduğumu bilmiyorum, bu sorunun yanıtını bana verebilirseniz sevinirim.
O.M./Çankaya
İnsan ÖFKE, KIRGINLIK ve GURUR'a teslim olduğunda, kendini sevmiyor ve kendine İHANET ediyor demektir… Bu ihanetin en çok görülen şekli depresyondur. Çünkü depresyonu en iyi anlatan tanımlardan biri, her konuda kişinin kendisini yenik hissedene kadar öfkesini içine yani kendisine karşı akıtmasıdır. Şu YALAN DÜNYADA kabullenilmesi gereken GERÇEKLER vardır. İnsan hayatın gerçekleriyle kavga ettiğinde depresyona girip acı çekerken, koşulsuzca kabul ettiğinde mutlu olmak için bir şans yakalayabilir. Ancak insanın gerçeklerle ilgili düşünce, algı ve gözlemleri bozulduğunda, kendisi ve dünya ile ilgili olumsuz beklentilere girebilir ve zamanla depresyon oluşur. İnsanlar koşulsuzca sevilmez, oldukları gibi kabullenilmez, yüreklendirilmez, desteklenmez ve iyi olduklarına inanmak üzere eğitilmezlerse, çökerler ve bunalıma girerler. Özellikle duygusal ve hassas insanlar hayatın yalanlarına ve dünyadaki tüm olumsuzlukları şahsileştirirler, içlerine atarlar ve depresyona girerek tepki verirler. Ancak depresyon kader değildir, ilaçlarla ve psikoterapi ile yüzde yüz tedavi edilebilen ruhsal bir bozukluktur.
İKİNCİ EŞ SENDROMU ABLAMI DEPRESYONA SOKTU…
Ablam 4 senedir evli ve 1 kız çocuğu var. Eniştemle aralarındaki ilişki de görünürde iyi gibi. Bir gün evde otururken, eniştem ikinci bir eş almak istediğini söyledi ve bu konuda çok ciddiydi. Ablam doğal olarak sinir krizi geçirdi, bunalıma ve depresyona girdi. O günden sonra ablamın iştahı kapandı, uyuyamaz oldu, yüzü hiç gülmüyor, durduk yere irkiliyor ve her şeyden korkuyor. Ablam için çok endişeleniyorum. Ona nasıl yardım edebilirim?
S.T./Balgat
Ablanızın evliliği tehlikede ve yoğun stres altında, bu yüzden kriz geçirmesi ve depresyona girmesi olağan bir durumdur. Eşinin yaptığı davranış ablanızın yoğun bir depresyon geçirmesine ne olmuş gibi görünüyor. Enişteniz, ablanıza söylediği bu kararda ciddiyse bile bir süreliğine bu kararından vazgeçmeli ve konuyu güzellikle kapatmalıdır. Böyle bir durum, hemen hemen her kadın için büyük bir güvensizlik, çökkünlük ve bunalım yaratır. Burada sizin yapmanız gereken ablanızın yalnız kalmamasına çalışmak olmalıdır. Ablanıza onu çok sevdiğinizi, özel ve değerli olduğunu, her konuda ailecek destek olacağınızı ve her koşulda onun yanında olduğunuzu açıkça söylemelisiniz. Ayrıca eniştenizle konuşarak, ona durumun ciddiyetini anlatmalı, bu seçiminin nedenlerini ve olası olumsuz sonuçlarını konuşmalısınız ve çift olarak bir evlilik ve ilişki terapiste gitmelerini tavsiye etmeli ve ilaç tedavisi için de ablanızı bir psikiyatri uzmanına götürmelisiniz.
DİPTEYİM, SONDAYIM, DEPRESYONDAYIM…
Ben 26 yaşındayım ve bekârım. Uzun süreden beri biriyle cinsel ilişki yaşıyorum ve ondan hoşlanıyorum fakat o cinsellikten öteye gitmek istemiyor. Yakın bir zaman önce benim dışımda başka kişilerle de bu şekilde bir ilişki yürüttüğünü öğrendim ve ayrıldım. Şimdi ise dipteyim, sondayım, depresyondayım ve nasıl davranacağımı bilemiyorum. Lütfen bana yardımcı olur musunuz?
S.Z./Gaziosmanpaşa
Bir insanın sevdiğinden ayrılması her zaman üzüntü verici bir durumdur. Kişiler ayrılık sonrasında üzüntü, yalnızlık, terk edilmişlik, güvensizlik, öfke ve kaygı gibi yas duygularını yoğun bir şekilde yaşayabilir, bu normal bir durumdur. Ayrılık sonrası sağlıklı olan davranım, duyguları bastırmak yerine, bu olumsuz duyguları yaşamaya izin vermektir. Bu duygular yaşanırken ve yeni yaşama alışma dönemlerinde kişilerin inişli çıkışlı duygu durumu içerisinde olması, ayrılan kişinin yeniden gelmesine yönelik nasıl davranılacağına yönelik belirsizliğin olması da normaldir. Çünkü AYRILIK, bir yerden başka bir yere gidebilmenin çok özel bir yoludur... Şu fani dünyada olgunlaşabilmek ve yine, yeni, yeniden başlayabilmek için herkesin hüzünlü bir SON'a ihtiyacı olur. Çünkü her AYRILIK yeni bir başlangıçtır ve bir ötekine gitmenin yoludur... Ancak her biten ilişki insanı yasa sokar ve yas süreci insana çok şey öğretir. Duygularınız yerine her zaman mantığınızı ön plana alarak seçimler yapmanız gereken bu süreçte kaybettiklerinizi ve kazandıklarınızı ele almanız izleyeceğiniz en sağlıklı yol olacaktır. Bundan dolayı, size önerim öncelikle ayrılığı kabullenmeniz, ayrılmış olduğunuz insanın iletişim adreslerini yok etmeniz, duygusal ilişki arayışı içermeyen yeni sosyal ilişkiler oluşturmanız, ertelenmiş hobilerinize başlamanız, aileniz ve arkadaşlarınızın desteğini almanız ve ayrılan arkadaşınızın görüşme tekliflerine ne olursa olsun kayıtsız kalmanız yönünde olacaktır. Bunların altından tek başınıza çıkamayacağınızı düşünüyorsanız veya güçsüz olduğunuz duygusuna hâkimseniz bir psikoterapistten psikoterapi desteği alabilirsiniz.